Saturday, January 18, 2014

Balık

Hayatımın bir anda tepe taklak olduğu bugünlerde sudan çıkmış bir balık gibi çırpınmak yerine kendimi bulduğum akıntının içinde süzülüyorum sakince. Ayaklarımı yerden kesen aşk değil ; yaşama iç güdüm , hayata bağlılığım… Akıp gidiyorum umursamadan.. Hiçbir yere , kimseye tutunmadan..

Bilinmeze, mutluluktan uçmaya, depresyonların en ağırına, ölesiye sevmeye, öfkeye, doyumsuzluğa, başarıya, yenilgiye, hırsa, ayrılığa, kavuşmaya, kaybetmeye, aradığımı bulmaya, aşka.. Hayata akıyorum, usulca.

Ruhum çocuk, içim çocuk… Avucumun içindeki bir yudum suda hayata bağlamaya çalıştığım küçük bir balığa yem oldum. Ben sevdikçe balık büyüdü, avucumdaki su yetmedi.. Kendi can suyumdan verdim, ben küçüldüm, o semirdi. Öyle ki gün geldi, güvenli, sakin, huzurlu sular yetmedi.. Büyük balık , hiç düşünmeden küçüğü öylece mideye indiriverdi ve gitti..


Akıp gitmek gerek bazen.. Avucunun içinde, canının içinde tuttuğun küçük balıkların öylece gidip , okyanusta kayboluşlarını izlemek gerek.. Acıyı tanımak, onunla birlikte yüzmeyi öğrenmek gerek.. Bir de kimseye yem olmamak için, tutunmadan, tutmadan, sahip olmadan başka türlü sevmek..

Sunday, November 3, 2013

Yosun

Aynaya baktım biraz önce. Gözlerimin altındaki yeşil renk dalgalarını inceledim. Biraz üzerine düşündüğümde gözlerimin altında yosundan bir orman yeşermekte olduğunu fark ettim ve hayır bu kez hüzünlenmedim.

Gözyaşı yosunu nemli havalarda yetişir .Uykusuzluk ve mutsuzluğun aynası olan göz altlarınıza ilk önce ufak , dehşetengiz mor tohumlar bırakır. Haftalar geçtikçe mor tohumlar açılır, serpilir, büyürler ve bir bakmışsınız dalga dalga büyüyen bir ormana dönüşmüşler. Bu kadar hüznün içerisinde, büyüyebilen bir orman zor bulunur. İşte ben o yüzden, her yerde yetişmeyen bu nadir ve değerli bitkiyi her gün sulamayı hiç ihmal etmiyorum.

Çok dipteyim.. Kendimi bırakıp burada bile dinlenmeyi bilmiyorum. Bu kadar derinde nefes almak bile zor gelirken, hayatta kalma içgüdüm o kadar baskın geliyor ki ,tırnaklarımı kanatırcasına tutunup tırmanmayı deniyorum ve her defasında daha sert düşüyorum. Her düştüğümde vücudumdan mı ruhumdan mı geldiğini bilmediğim kırılma sesleri duyuyorum. Aptal gibi yüzümün korkunç görüntüsünden bile orman yeşertmeye çalışıyorum. Belki bıraksam kendimi, zorlamasam daha fazla, öğrensem burada yaşamayı, iklimine, karanlığına, yosununa ,bitki örtüsüne alışsam yaşamaya devam etmenin bir yolunu bulurum. Biri ellerimi bağlasa mesela, her tırmanmaya çalıştığımda ayaklarımdan aşağıya çekse, bu aptal mücadeleme ve ilkel yaşama iç güdüme bir son verse belki kurtulurum.

Gözyaşı yosunu karanlık sever. Ben çıkışı ışıkta aramaktan vazgeçtim , karanlığa yürüyorum.

Olur da geri dönmeye çalışırsam, tut beni. 

Kim bilir, belki o zaman kurtulurum..



Thursday, October 3, 2013

Uçtum Uçtum Berlin'e Nasıl Kondum – 4

Ekim ayı itibariyle Berlin'de 1 senemi doldurmuş bulunuyorum. O kadar çok şey yaşandı ki bu bir senenin içinde beni değiştiren, büyüten..

Herşeyden önce hayat mücadelesinin dibine vurdum. Koskocaman bir master tezi yazdım, başarıyla mezun oldum, Familiengarten gibi muhteşem bir yerde 6 ay staj yaptım, yoğunlaştırılmış Almanca kursuna gidip orta seviyeyi bitirdim, para sıkıntısı çektim , sokak sokak dolaşıp iş aradım. Yeri geldi bebek bakıcılığı , balıkçıda garsonluk ve bir ortaokulda yardımcı ingilizce öğretmenliği yaptım.

Annemin kucağından iner inmez, koşmaya başlamamı beklemiyordu elbette kimse. O yüzden ben de ilk önce emeklemeye başladım. İlk defa taşa değen ellerim acıdı , emeklemeye çalışırken yere sürten dizlerim kanadı , canımı yaktı . İşte ben o zaman, olduğum yerde hiç utanmadan çocuklar gibi saatlerce , sesim kısılana kadar ağladım. İçim soğuyana kadar, hem de hiç durmadan.. Sonra yerden kalkıp, kanayan dizlerimi güzelce temizledim, üstümü başımı sirkeledim ve yoluma devam ettim. Kendimi devam edemeyecek kadar yorgun hissettiğimde bana hep umut ve güç veren sağlam dostlar edindim, özlemini çektiğim ailemin yerine koyduğum birbirinden güzel insanlar girdi hayatıma.

Şimdi geriye dönüp tüm bu hikayenin nasıl başladığına baktığımda, aslında mücadelenin dört yıl önce 'O'nunla tanıştığım gün başladığını anlıyorum.

2009 Eylül ayı, başımda esen kavak yellerinin başlangıç tarihi olarak kabul edilebilir. Eylül'den Mart'a kadar geçen 6 ay , damardan ağır dozda aşk almam sebebiyle , şuursuzluk derecesinde mutlu ve en damar Müslüm Baba şarkısından daha acı dolu bir ruh halinin , yüzüme çarpık bir gülüş ve gözlerime tekinsiz bir ifade olarak yerleşmesiyle özetlenebilir. Zira bu tekinsiz ifade annemi fazlasıyla ürkütmüş, düzenli aralıklarda “ yavrum kendine gel, bir garip bakıyorsun, ben kendi kızımı istiyoruuuum bu sen değilsin “ serzenişlerine sebep olmuştu.

Sevildiğimi biliyor ve çok seviyordum. Ancak günler sayılıydı, Umut Ankara'ya Erasmus öğrencisi olarak değişim programıyla gelmişti ve geri dönecekti. Üstelik o Ankara'yı terketmeden önce, ben Erasmus programıyla Mart ayında Budapeşte'ye gidecektim. Elimizde avucumuzda epi topu bir kaç ay vardı.

Avucumuzun içinden her gün kayıp giden o bir kaç aya neler sığdırmadık ki.. Sarhoş olup sabahlara kadar dans ettik, Ankara ayazında donmuş burunlarımızı çeke çeke Kızılay'dan Kuğulu Park'a yürüyüp birbirimize sokularak çay içtik, ortak arkadaşlarımızla birlikte okey oynadık, gezilere katıldık. Sırayla Kapadokya, Amasra ve Olimpos'a gittik. Ders çalışma bahanesiyle evden kaçabildiğim günlerde, gözlerimiz kapanana kadar Dexter ve Breaking Bad izledik, gece yarısı acıkınca birlikte mutfağa girip deneysel tarifler denedik. Kampüste buluşup, derse girmek yerine saatlerce tavla oynadık, finaller yaklaştığında birlikte sabahladık. Günler kayıp gittikçe birbirimize daha sıkı sarıldık, hem de öyle sıkı ki sanki bir diğerimiz her an kaçıp gidecek bir daha geri gelmeyecek gibi.

Sayılı günler çabuk geçti.. Erasmus işlemlerim için gereken evrakları toplarken güçlü olmaya çalışıyordum ama ayrılık çanları o kadar güçlü çalıyordu ki nefesim kesiliyor, rengim soluyordu.

Sonunda uçak biletim alındı ve gidiş tarihim netleşti. Son günümde tüm aile bizim evde toplanacağı için onunla bir gün önce vedalaşmaya karar vermiştim. Plan yapmıştık, ben gittikten sonra o da dönem bittiğinde Viyana'ya gelecek, orada buluşacaktık. Ben bu planların gerçekleşeceğine inanamıyordum, hem gerçek olsa bile bir daha asla aynı şehirde birlikte yaşayamayacak, bir daha her istediğimizde birbirimizi göremeyecektik. Bir kaç gün daha birlikte olabilmek için Erasmus hayalimden bile vazgeçmeyi düşündüm bir süre ama sonra ilk giden ben olursam eğer daha az acı çekeceğime karar verdim.

Vedalaştık.. Eve dönerken kulaklarımın uğuldadığını hatırlıyorum, eski türk filmlerindeki en ağır dram sahnelerinden birinde bir baş roldüm adeta, bozulmasından korktuğum mutluluğum bozulmuştu ve fevkalade acı çekiyordum efenim. Ertesi gün tüm aile bizde toplandı, kimseyi gözüm görmüyordu. En sonunda ayrılığa daha fazla dayanamayan sevgilim ; size geliciğim, babanla da tanışırım öldürecek hali yok ya dedi. Annem, kuzenim ve sevgili arkadaşım Derya ile babam için hemen bir senaryo yazıp Umut'u Derya'nın arkadaşı olarak takdim ettik kendisine.

O gün , bizim evde annemin yaptığı mis gibi poğaçalar taş olup oturdu midemize.. Bir gün sonra yollarımız ayrılıyordu ve biz misafircilik oynarken metanetli davranmaya çalışıyorduk. Nasıl oldu hatırlayamıyorum ama ertesi gün sabaha karşı yola çıkacak olmama rağmen annem ve babam dışarı çıkmama izin verdiler o gece. Bir kez daha görüşecek olmanın ferahlığı içinde Umut'u yolcu ettim.

Akşam benim için bir veda gecesi yapılacaktı. Bir kaç arkadaşım, kuzenim, teyzem ve o hep birlikte Kızılay'da buluştuk, fasıl yapan bir mekana, Sakarya'daki Çıngı'ya gittik. İki duble rakıdan sonra ayrılığın kelime anlamı kafamda zonklama, midemde yanma , kalbimde sıkışma , gözlerimde yaşlar ve diğer tüm yan etkileri ile birlikte aramıza oturdu, kovduysak da bugün git yarın gel dediysek de laf dinletemedik.. Altı ay boyunca korkulan oldu ve sımsıkı tuttuğumuz ellerimiz o gecenin sonunda ayrıldı.

Sabah annem havaalanına gitmek için uyandırdığında hala sarhoştum. Yolda havaalanına giderken, pasaport kontrolünden geçerken, uçak havalanırken aklımda hep aynı soru vardı :

  • Peki ya şimdi ne olacaktı ?


Devamı gelecek..



Saturday, August 31, 2013

Gemi





Benim bir dünyam var , içinde bütün bulutlar pembe , bütün hayaller gerçek .. Dönmeyen bir dünyam var benim , zamanın akmadığı , herkesin en mutlu anında donup kaldığı , gözlerinde kaybettiklerinin hüznü olmadan gülümseyebildiği kocaman bir yer.

İşte orada duruyorum ben , kimse nerede olduğumu bilmiyor.. Kimsenin aklına gelmiyor aramak, oysa ben arıyorum durmadan , neyi aradığımı bilmeden arıyorum. İnsanlar geçip gidiyor yanımdan , yüzlerine bakıyorum.. Haykırıyorum, yardım istiyorum.. sesim çıkmıyor. Gidiyorlar , canım yanıyor.. Biri var ki ben bırakıp gidemiyorum, duruyorum öylece.. Sadece duruyorum..

Çocukken dinlediğim bütün masal kahramanlarıyla içli dışlıyım.. Külkedisinin yerine geçiyorum gece 12'ye kadar , prensiyle buluşsun diye üvey annesini idare ediyorum. Kötü kalpli cadının pamuk prensese vereceği kırmızı elmayı çalıp yiyorum afiyetle. Uyuyan güzelin eline batmadan önce zehirli iğne , alıp elinden kalbime batırıyorum..

Uyuyorum kalbimin acısı dinene kadar, günlerce ,aylarca , belki de asırlarca uyuyorum. Kırmızı başlıklı kızın peleriniyle geziyorum büyülü ormanda , hain kurdu peşime takıyorum. Ağaçlarla konuşuyorum, yıldızlarla , geceyle .. Diyorum ki bütün masallar mutlu bitmeli.. Bütün masallar mutlu .. Bitmeli..

Arkadaşlarım , hatıralarım , sevdiklerim , tüm kayıplarım el sallıyorlar bana kocaman bir gemiden.. Küçülürken gemi ufukta, vedalaşamıyorum, bırakamıyorum bir türlü .. Atsam kendimi denize, yetişir miyim ki...

Boğazımda bir düğüm, duruyorum.. Sadece duruyorum..

Arkasından el salladıklarımla , yanımdan geçip gidenlerin arasında bir yerlerdeyim..

Biri var canımın en içiyle sevdiğim ...

Onun yanında bile gurbetteyim ...

Wednesday, July 31, 2013

Zaman'ın midesinde


Yazamadım bir süredir.. Çünkü zaman beni yuttu, nasıl olduğunu bile anlamadan midesine indiriverdi. Ben farkına bile varamadan öğütmeye başladı beni , allahtan şu günlerde sindirim konusunda sıkıntı yaşıyor da ben de elinden kurtulup bir iki satır yazabiliyorum buraya.

Ben zamanın midesinde yavaş yavaş öğütülürken neler oldu.. Memleketimdeki zalimlik oranı öyle bir arttı ki , herşeyi bırakıp buraları terk etmeyi karar verdim. Gurbet kuşu olmanın başta bana kimseye bir faydası olmayacağına burada kaldığım sürece bi halta yaramayacağıma kanaat getirip arkama bakmadan Berlin'den ayrılmak istedim. Ağladım zırladım, tepindim , uzaktan izlediklerime isyan ettim ama bavulumu bir türlü toplayıp da gitmedim, gidemedim. Vicdanım kapıya doğru her hamle yaptığında, bedenim kapı kollarına , pencere pervazlarına yapıştı , tüm ağırlığıyla ruhumun üzerine abandı , kıpırdayamadım. Gidememek bünyemde çeşitli yan etkilere sebep oldu ; öyle uzun cümleler kurdum o kadar çok konuştum ki kendi sesim yüzünden şiddetli baş ağrılarına mahkum oldum. İş yerindeki Avrupa vatandaşlarına direnişi, polis şiddetini, yaşanan zulmü her gün düzenli olarak anlatmayı kendime görev edindim bir süre. Yüzüme uzaylı gibi bakmalarına aldırmadan, her sigara molasında, her öğle yemeğinde bıkmadan usanmadan gördüğüm şanslı kişilere türkiye gündeminin tüm ayrıntıları nefesim kesilene kadar , gözlerim yaşarana kadar anlattım. İçimde ağırlık gider sandım, gitmedi .Vicdanım ilk önce midemin ortasına koca bir taş olarak çöreklendi , yetmedi boğazımda yumruk oldu nefesimi kesti.

Neden gidemedim diye kafa yordum bi süre.. Annem ve babamın yavrum yapma etme, bizi üzme buraya gelip de kendini mi tutuklatacaksın telkinleri mi etkili oldu acaba diye düşündüm önce. Cevabı bulmam uzun sürmedi , daha önce gitmeyi başarmış , işin öyle bavul toplayıp uçağa atlamakla bitmediğini , gitmenin her defasında hayata yeni ancak sanıldığı gibi beyaz olmayan, simsiyah bir sayfa açmak anlamına geldiğini ve o sayfanın beyaza dönüşüp , içi doldurulabilecek kıvama gelmesi için uzun uzun beklemek gerektiğini bir gurbet kuşu olarak tecrübe etmiştim. Uzun lafı kısası, yemedi.. Yemeyince ben de kendimi zamanın kocaman ağzından içeri attım, beni yutsun diye bekledim bi süre. Sonra bir baktım midesindeyim, öyle bir öğütmüş ki beni midemdeki taş unufak olmuş , suçluluk duygusundan eser kalmamış, hüzün hala orada bi yerlerde ama yine de gözle görülür bir hafiflik var üzerimde. Zamanın midesinde insanın gözünün önünden geçen film şeritleri yok, kendini sorgulamak zorunda kalmıyorsun , tek yapman gereken başta acı gelen mide öz suyuna kendini şöyle usulca bırakmak. Sonrası kolay, bi önceki günün diğerinden farklı olmadığı bir sürü minik ayrıntının bir araya gelip de hiç birinin bellekte iz bırakamadığı anlar topluluğu.. Tamamen zararsız ve acısız. Yalnız insan pek yaşadığını hissedemiyor, onu da ufak bir yan etki olarak belirtmek zorundayım. Her ilacın bir yan etkisi vardır ne de olsa..

Bugünler de ara sıra çarpan hüzün şokları , durup dururken yüzümde güller açtıran mutluluk dalgarıyla zamanın midesindeki stabil durumumu malesef koruyamamaktayım. Bu duruma sevinsem mi üzülsem mi bilemiyorum ancak zamanın sindirim sisteminde oluşan bu ufak sıkıntıdan şikayetim olmadığı gibi kendisine talcid ikram etmeye de hiç niyetim yok.


Ben , bir kısmı zaman tarafından öğütülmüş ruhum ve tüm hücrelerim ile birlikte tekrar yaşadığımı hissediyorum. Bu da iyiye işaret olsa gerek..




Wednesday, May 1, 2013

Yeter ki tadımız olsun!

Bu satırları şu anda Ankara'dan baba evinin balkonundan çocukluğumun geçtiği mahalleyi izleyerek yazıyorum. Tam önümde her köşesinde küçük ayak izlerimizi taşıyan yemyeşil bahçe, biraz ilerisinde içinde yalnızca demir bir kaydırağın bulunduğu çocuk parkı ve caddenin diğer tarafında babannemlerin evi.. okul yolum, saklambaç oynarken sürünerek dizlerimi kanattığım kaldırımlar.. Şöyle bakıyorum da , yıllara meydan okurcasına, hiç değişmeden aynı çocukluğumdaki gibi karşımda hepsi.

Oysa ne çok şey değişti hayatımızda, o ağaçların tepesinde uydurma şarkılar söyleyerek duygulanıp gözleri dolan, terlik fırlatma oyunundan ayrı bir zevk alan, her gün başka maceraların, düşlerin peşinde çılgınca oyunlar oynayan o çocukların hepsi şimdi sabah sekiz akşam altı rutinlerinde hayat mücadelesinin peşine düşen yetişkinler oldular. Biz belki birbirimizin izini kaybettik ama ben buradan hafızamı azıcık zorlayıp geçmişe baktığımda minik ellerimizin toprağı eşelerken bıraktığı izleri dahi görebiliyorum.

Biraz önce kütüphanemdeki eski kitaplarımı incelerken ilkokul ve lisede yazdığım günlükler geçti elime. Yıl 1997, bugün okulda Emel ile nöbetçi idik... ile başlayan bir cümle..kargacık burgacık yazısıyla hislerini yazıya dökmeye çalışan ben ve şimdiki gurbet kuşu buluşmuş olduk böylece bir tesadüf eseri. Günlüğün ilk sayfası anneme uyarılarla doluydu. O kadar çok güldüm ki ilk sayfadan itibaren..geçmişi düşündüğümde hissettiğim olağan hüzün duygusu yerini kahkaha krizine bıraktı. 9 yaşındaki çocuk halimin zorluklarla baş edişindeki mizah bana bambaşka bir hayat dersi verdi..

  • Anne lütfen bak yalvarırım okuma!
  • Annem okuduğunu biliyorum, beni çok kırdın haberin olsun..
  • Anne bak okumazsan benden sana bi öpücük bedava!
  • Oku anne oku, belki biraz akıllanırsın! 


Geçen yılların verdiği kayıpların en büyük kanıtı, babannemin gittide buruşan kar beyaz elleri, her geçen gün ışığını biraz daha kaybeden o güzel yemyeşil gözleri sanırım.. Geçtiğimiz yıl aniden beyninde pıhtı atması sonucunda yaşadığı felç ve konuşma merkezinin tamamen hasar görmesiyle birlikte yaşadığımız çöküntü, hayatımızda artık bir şeylerin geri dönüşü olmayan bi şekilde değiştiği gerçeğini acı ve bir o kadar da sert bir şekilde vurdu yüzlerimize.

Şimdi ben bu satırları yazarken, o içerde aylardan sonra tekerlekli sandelyesiyle evimizde.. Aklından, ruhundan neler geçtiğini uzun zamandır yalnızca tahmin edebiliyoruz. Anneannemin yaptığı sıcacık poğaçaların kokusu, Oya'nın kalabalık heyecanı, aramızda bulunmayan aile bireylerini çekiştirmenin verdiği karşı konulmaz zevk, yılların eskitemediklerinden :) 

Bitirirken gelecekteki günlere dair tek dileğim; ne olursa olsun yeter ki tadımız olsun ama önce ve illa ki sağlık olsun!

Saturday, April 13, 2013

Uçtum Uçtum Berlin'e Nasıl Kondum – 3




Ah o kanatlarım kopsaydı da uçamasaydım, nereden düştüm buraya.. ben annemi özledim, yüksek yükseek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.. ühühühü ben köyümü özledim..

Yapabilirim, başarabilirim..Burada kendime yeni bi hayat kurabilirim. Ne çok seviyorum evimi, her sabah gözlerimi onun yanında açmayı.. Ohh ne güzel şey şu özgürlük, yuvadan uçmuş olmak ne güzel bazen..

Bugün günlerden ben köyümü özledim, annemi özledim.. Gurbet kuşunun annesinin kucağını, baba evinin sıcağını özlediği günlerden biri bugün. Yarın belki yine kanatlarını kocaman açacak, gururla iyi ki uçtum da taa buralara kadar geldim diyecek kim bilir ama bugün boğazında yutkunamadığı bi düğüm, gözlerinde her an dökülmeye hazır taştı taşacak yağmur bulutları..öyle durgun , öyle sessiz.. Kanatları kalkmıyor yerinden, herkesle her şeyle baş edebiliyor ama başa bela bir özlem sarmış her yanını rahat huzur vermiyor. Geleceği düşünmek istemiyor bugün, geleceğe baktıkça özlem koyulaşıyor, git gide daha karanlık korkunç bir hal alıyor. Çünkü orada hep özlemek, daha çok özlemek var. Oysa gözlerini kapayınca, bulutların üzerinde gezdiği, tüm sevdiklerinin yanında olduğu, kalbinin özlemden değil de çok sevmekten, aşık olmaktan sızladığı bi yere gidebiliyor ne zaman istese. Geçmişin kapıları her zaman sonuna kadar açık gurbet kuşuna, geçmiş her daim onu ağırlamaktan büyük bir onur ve mutluluk duyuyor. Kanatları yerden kalkıyor gurbet kuşunun, tüm gücüyle uçarken geçmişe doğru esen rüzgar kurutuyor ıslak yanaklarını.. Hatırladığı en mutlu güne doğru kanat çırpıyor gurbet kuşu, kalbinin hiç olmadığı kadar hızlı çarptığı güne..

16 Eylül 2009

İlk tanıştığımız günden bugüne kadar sadece 15 gün geçmiş ama ben çoktan başka gözlerle bakıyorum dünyaya. Senden başka kimseyi görmeyen, her yeri pembeye bulamış dünyanın en şapşal aşığının gözleriyle gittiğim her yerde seni arıyorum. Arkadaşlarımın yavrum biraz taktik yap şu çocuğa, çok belli ediyorsun, kaçan kovalanır...yapma etme , çok şımartıyorsun ikazlarına rağmen yörüngene öyle bir saplandım ki sana nasıl abayı yaktığımı duymayan kalmadı. Hele bugün okulda yaptığım aptallıktan sonra herkesin diline düştüm, rezil rüsva oldum.. Ne yapayım seni görünce o kadar heyecanlandım ki, senin o kadar soğuk kanlı görünmene bir anlam veremedim. Okul servislerinin önünde karşılaştığımızda dizlerimin bağı çözüldü sanki, sense hiç bişey olmamış gibi herkese merhaba dedin ve sıraya girdin. Beni görmüş olsan, sen de heyecanlanırsın öyle sakin kalamazsın diye düşünüp herkesin içinde heyy ben de burdayım, beni gördün değil mi , ben de buradayımm heey diye bağırmış bulundum bir kere, sen de beni gör, senin de kalbin çarpsın istedim. Tabi ki herkesi gördüm derken yüzündeki kayıtsızlık ve sırıtışla birlikte, başımdan aşağıya kaynar sular döküldü, yanaklarım yandı, kafam yanan bir domatese dönüşüverdi. Ahh yer yarılsaydı da içine girseydim, o an kendime söz verdim bir daha kimse için kendimi bu kadar rezil etmeyecektim. Ben sıradan kaçıp, yoldan geçen arabalardan birine otostop çekmek üzere kaçarken bir anda yanıma geldin, Jan'a ayakkabı almak için Kızılay'a gideceğiz bize yardım edebilir misin diye sordun bana. Tabi derken gözlerine bakamıyordum hala, yanan kulaklarımdan tüten duman henüz sönmüştü daha. Bir araba durdu, kendimi içine attım bir baktım sen de yanımdasın ama Jan telefonla konuşuyor diğer köşede sana da gitme , beni bekle diye işaret ediyor. Sense hiç umursamadın, inmedin arabadan, yanımda kaldın. İşte o anda anladım, ayakkabı meselesi sadece bir bahaneydi ve Derya'nın ikazları altın değerindeydi. Bi kerecik kaçmıştım ve hoop sen peşimden gelmiştin. Kızılay'da karşıdan karşıya geçerken hep arabaların geldiği tarafa ben geçmek istedim , yan yana yürüdüğümüz ilk andan itibaren korumak istedim seni.

Cafe Ortadünya'da çay içtik, biraz sohbet ettik.. ikimizde sipariş ettiğimiz sandiviçleri yiyemedik. İki saat rüya gibi geçti, o kadar mutluydum ki , yüzümdeki o kocaman aptal gülümseme yanaklarımı ağrıttı. Eve gelene kadar yüzümden silemedim. Mutluluğu ilk defa tüm hücrelerimde bu kadar yoğun hissettim, resmen sarhoş olmuştum. Kendimi sarhoşluğun kollarından alıp uykunun kollarına atıyordum ki mesajını gördüm.Yarın 13.30'dan sonra buluşup buluşamayacağımızı sormuşsun. Cevabımm evet milyonlarca kere evet..

  • Anneeemmm, yarın buluşuyoruz annemmm napıcam ne giyicem, baksana bi bana nooolur hemen!?
  • Kızım bi dur, ayakların yere bassın kendine gel! İyice manyaklaştın sen ayy ..



(devamı gelecek)